22 Haziran 2011

3. Bölüm

Anımsıyordu. Piyano sesini duydukça bir bir parlıyordu kafasında o anlar. Anımsıyordu Harun. Bedensizliğin ne demek olduğunu anımsıyordu. Piyanoyu nasıl yarattığını anımsıyordu. Beethoven’ı nasıl şekillendirdiğini anımsıyordu. Sonsuz yaratıcılığın ve yapıcılığın keyfini hissediyordu yeniden. Önce evrenin oluşumunu yeniden yaşadı zihninde. Öyle büyütülecek bir olay da değildi teorisyenlerin uydurduğu gibi. Sadece “Ol !” demişti Harun. Hiçbir şey planlamadan. Tüm hayatı boyunca yaptığı gibi, plansız. Sadece “Ol” diye haykırmıştı gülerek. Sonra Dünya’yı anımsıyordu. Dünya’yı da planlamamıştı aslında. Zaten depremlerden belliydi plansız, temelsiz olduğu. Çürüktü Dünya’nın temeli. Temelin dayandığı kocaman bir kaya vardı, “Ol” adında. Sonra suyu, ağacı, meyveyi, çiçeği, böceği anımsadı. Bütün sistemi nasıl plansız, bir çırpıda kurduğunu anımsadı. Planlı olamayacak kadar çeşitlilikte bu sistemi, hiçbir planın vaat edemeyeceği bir zamanda kurmuştu. Hepsi, ama hepsi sadece bir “an”da olmuştu. Bu yüzden Harun herşeyi “an”ımsıyordu…

Köpek diye bir şey geldi aklına. Canlı sınıfı olarak da “hayvan”ı uygun gördü. Köpek hayvanı… Aklındaki sevgiyi, en vahşi köpeğin bile gözlerine yerleştirdi. O keskin dişlerin ve tonlar basan çenelerin hemen üstüne, evrenin en gerçek sevgisi yerleştirdi. Biraz planlı sayılırdı. Ama “insan” kadar değil…

Sıra insan’a geldi. Bu plansız düzen içinde, planlı olarak yaratıcılığını kullandığı tek varlık. Düşündü. An’larca düşündü. Saç telinin dokusundan kan damarının çeperine kadar, irisin lekelerinden beynin kıvrımlarına kadar herşeyi kusursuz yapmaya çalıştı. An’lar geçtikçe şekilleniyordu insan. En ufak hücresini bile, dünyanın gelişebilmesi muhtemel en iyi bilgisayarından daha gelişmiş yapılandırmıştı,. En ufak hücresini bile, yazılabilmesi muhtemel en gelişmiş programdan daha gelişmiş programlamıştı.

Öyle bir oyun hazırlıyordu ki, belki de yaratacağı milyonlarca insan, var olduklarını bile anlayamadan yok olacaktı. Üç bilinç yarattı. Bunlardan ikisini her insana, sonuncusunu da rastgele insanlara dağıttı. Birincisi “hayvaniyet” bilinciydi. Yarattığı hücrelerin bakımını yapabilecek, devamını sağlayabilecek yetilere sahip bir bilinç. Bu bilinç, göbek deliğinin dört parmak altında bulunacaktı ve en temel olan iki güdüyü kontrol edecekti: Beslenmek ve üremek… Fakat bu bilinç, hiçbir şekilde Harun’un varlığını algılayamayacaktı. Tıpkı bilgisayarın, kendi programlayıcısını tanıyamaması gibi. Sonra ikinci bir bilinç kurguladı. Bu bilincin adı ise “ruhaniyet”ti. Ruhaniyet bilinci, hiçbir şekilde bedeni algılayamayacaktı. Hiçbir bedensel ihtiyacı olmayacaktı bu yüzden.. Ruhaniyet, düşünce ve duyguları kontrol etmek içindi. Hiçbir bilgisayar programının yapamayacağı bir işti bu. Bu yüzden bedenden farklıydı ruh. Bu bilinç, iki gözün ortasında ve biraz yukarıda, kafa tasının içinde hapsolacaktı. Bu iki bilinci yaratacağı tüm insanlara verdi. Hem de hiç esirgemeden dağıttı. Fazla fazla… Sonra üçüncü bir bilinç kurguladı. Bu bilincin adı Tanrı’ydı. Bu bilinç hem bedeni, hem de ruhu algılayabilecekti. Bıngıldağın hemen altında kafatasının içinde yer alacaktı. Diğerlerinden farklı olarak, Tanrı bilinci, Harun’u direkt olarak görecekti. Öyle ki arada ne göz ne de hava olacaktı. Göz de hava da Tanrı da bizatihi Harun olacaktı. Fakat hayvaniyet ve ruhaniyete bağlıydı Tanrı. Bu iki bilinçten biri eksik veri yollarsa, Tanrı bilinci harekete geçmeyecekti. Yani hayvaniyet kendi algıladıklarını, ruhaniyet kendi algıladıklarını Tanrı’ya yollayacaktı. Tanrı ise bunları sentez yapacaktı. Elde ettiği sentez sayesinde ise Harun’a ulaşacaktı. O andan itibaren ne beden, ne ruh ne de Harun’un hiçbir anlamı kalmayacaktı. Bu üçüncü bilinci herkese vermemişti. Çünkü bu bilince sahip olan insanlar, diğer insanlar tarafından “deli” olarak adlandırılacaktı. Bu insanlar deli olduklarına inandırılacaktı. Bu yüzden kendilerinden emin olamayacaklardı. Yaşadıklarının gerçek olduğuna inanamayacaklardı. Keşfetseler bile keşfettiklerini bilemeyeceklerdi. Rüya ve gerçeği ayıramamak… Ruh ve bedeni ayırt edememek…Bu da Harun’un keşfini daha da zorlaştıracak ve oyunu daha da gizemli yapacaktı.

Kendini yok etmek için hazırlamıştı Harun bu oyunu. Oyunu kazanan her insanda biraz daha yok olacaktı…

Her şey hazırdı artık. Tüm düzen kurulu “duraklat / oynat” tuşuna basılmayı beklercesine sabırsızdı. Harun hazırladı kendini. Haykırmak için, olmayan bedeninin olmayan ciğerlerine, olmayan havayı doldurdu. Olmayan ağzını açtı. Tam başlangıç ateşini vermek için haykıracaktı ki oyunu daha güzel, daha gizemli kılmak için bir fikir geldi aklına. Kendini de bir insana dönüştürecekti. Bir insan olarak yaşayıp, bu üç bilinci kullanıp, kendi sırrına ulaşacaktı yeniden. Fakat keyfin bedeli olarak, bütün bildiklerini unutacaktı. İnsan olarak yaşadığı süre içerisinde, hiçbir şey hatırlamayacaktı yaratılış sürecine dair. Oyun daha başlamamışken, kendine bir beden seçti. O bedene büründü. Artık bir ciğeri ve soluması için de bir “hava” vardı. Ellerine, kollarına baktı. Onlarla neler yapabileceğini hayal etti. Bacaklarına baktı. Yürümeyi keşfedecekti. Yüzüne dokundu. O yüzle kadınları kendine aşık edecekti. Dudaklarına dokundu. O dudaklarla, aşık olduğu kadınları öpecekti. İnsanları yaratırken, onlar gibi düşünmemişti fakat şu an tam anlamıyla bir insandı. Yaşayacak ve arayış içine girecekti. Kendini yeniden tanıma şansı olacaktı belki de. Şimdi oyun gerçekten daha heyecanlı olacaktı. Yapılan şeyin bir intihardan tek farkı, sonrasında bir yaşam olduğunun kesin olmasıydı. Yepyeni ciğerlerine çekti oksijeni. Canı yandı biraz. Heyecanlandı. Acıyı hissetmemişti uzun zamandır. Tarifsiz bir mutlulukla bağırdı sonra. “Yaşamak istiyorum. İnsan olmak istiyorum. Bedensizliğe geri dönmek için bedenim var artık. İnsan olmak istiyorum!.. Olmak istiyorum!.. Ol!!...” Bütün her şey hareketlendi. Tüm evren, tüm dünya, tüm insanlar kontrolden çıkmış uzaktan kumandalı araba gibi. Bitmeyen bir pille koşacaklardı. Belki de hiçbir zaman, kumanda yeniden bir ele geçmeyecekti. Harun ise unuttu her şeyi. Zihni, ekmekle dibi güzelce sıyrılmış bir çorba kasesi kadar temizdi. Tortular vardı belli belirsiz. Ama net değillerdi. Kasenin dibinde kalıntılar vardı ama çorba olduğunu anlamak imkansızdı. Hiçbir şey anımsamıyor, hiçbir şey hatırlamıyordu. Ne an, ne anı kalmıştı zihninde. Harun, doğmuştu. Diğerlerinden farklı olarak, doğumu bir rahimden gerçekleşmedi. Bir annesi ve bir babası yoktu. Harun, tam anlamıyla “Piç” olarak gelmişti dünyaya. Tam anlamıyla bir “Piç”… Yaşayan ve yaşayacak olan tek gerçek “Piç”…

Doğmak zordu. Her şey üstüne üstüne geliyordu Harun’un. Gözleri kamaşıyordu ışıktan. Burnu yanıyordu kokulardan. Ciğerleri alev alacak gibiydi, ufacık bir kıvılcım bekliyordu sanki. Kulakları çok hassastı.Çatırtılar gelmeye başladı. Bir şeyler yıkılıyor olmalıydı. Sonra bir gürültü. Orta yükseklikte bir topuklu ayakkabı, bir keten ayakkabı ve pazardan alınma ucuz bir terlik sesine benzer ayak sesleri birbirine dolanmış bir şekilde yaklaşıyordu. Sonra yeniden çatırtılar. Ve bir yırtılma sesi. Rüyaların yırtılma sesi…

1 Mayıs 2011

Vay anasını

En son 2009'da yazmışım lan!!! Varlığını bile unutuyodum nerdeyse :D Neyse bundan sonra yazarım artıkın. Tabi kendi kendime yazmış olacam, okuyan kimse çıkmaz sanırım :D

25 Kasım 2009

Harnia Günlükleri Vol. 3

(oha bunu ne zaman yazacaktım taslak olarak unutmuşum kıyıda köşede. vay anasını)

Efenim yine bir İstanbul ma'cerasıyla daha karşınızdayız. Bu seferki sebeb-i ziyaretimiz W.A.S.P. konseri idi. 3 ay öncesinden heyecanını yaşamaya başlamış olsak da mütemadi züğürtlüğün bi getirisi olarak biletlerimizi 1 hafta öncesinde alabildik. Yine aynı nedenden ötürü otobüs veya uçakla değil de trenle gitmeye karar verdik. Hem uçak neymiş lan. Sigara bile içilemiyo!

Yola Yaprak, Can ve ben olmak üzere koyulduk. Tabi muhabbet de koyuldu. Garda bizim Yolcu tayfasıyla karşılaşınca ayrı bi sevindik zira. Neyse bindik trene, girdik yemekli vagona, yolun stresini alması için dayadık ceikihaşdörtoiki'yi. Asla yemekli vagonda çekingen olmayın hesap kitliyolar. Kitlendik ordan biliyoruz.

Daha Haydarpaşa'ya gelmeden, bu yolculuğun cenabetliklerle dolu olacağını, trenden atlayan adam bize anlattı. Bildiğin trenden atladı adam sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etti. Dumur olduk. Psikolojimiz bozuldu. Neyse.. İndik Haydarpaşa'ya. "Seni yenecem İstanbul" klasiğini yerine getirdikten sonra kalacak yeri ayarlamak için Taksim'e doğru yola koyulduk. Girdik bi internet cafe'ye, başladık günlük kiralık ev araştırmaya. Üçtür beştir bulduk ama hepsi kolpa yaptı fiyatı artırdı. En son çare bi yer bulduk Şişli'de, gittik görüşmeye, bi kit de orda yedik içimiz rahatladı.


Sonra Volkan'ımız katıldı bize. Maçka Küçükçiftlik Park'a yola koyulduk. Gittik, bekledik, girdik konsere. Biz W.A.S.P. çıkacak diye beklerken gruptan sadece Blackie çıktı, geri kalanı genç genç elemanlar. Lan dedik hani W.A.S.P. tı bu!!!! Neyse dedik. Yorgunluktan harap ve bitap düşmüş bünyelerin, ayakta durmakta zorlanan bedenlerin de etkisiyle tam anlamıyla bön bön izledik konseri. Sonra çıktık konserden, İstiklale döndük. Kalacak yeri ertesi gün öğlen 2'ye ayarladığımızdan, kalacak yerimiz yoktu ve cafelerde barlarda sabahlamamız gerekiyodu. Bu sırada sadece İstanbul'da olabileceğini düşündüğümüz bir kuralla karşılaştık: "UYUMAK YASAK!!" O nasıl olur lan? Cafede uyumak yasakmış. Ulan kitap alsam 75 saat kitap okusam kalkmadan kimse laf etmez ama 15 dakika uyudum diye laf ediyo. Bu nasıl saçmalık lan!


Bundan sonraki günler tamamen birbirine girdiği için kopuk kopuk yazmak zorunda kalacam.

Konserden sonraki gün saat 2de eve geçtik. 5 kişi gittik. Yaklaşık 2 buçuk-3 saat sonra 4 kişi kaldık. Artık yolumuza bu 4 kişiyle devam ettik. İsmi geçen 4 arkadaş. Neyse efenim. Çok detaylı anlatmayacam. Genel başlıklar şunlar:

- Dorock denen leş mekana girdik. Ankara'dan ufacık bi farkı yok. Ha şöyle var ki Ankara'nın tayfası daha samimi geldi bize. Old School denen mekandan da tiksindik. Öyle böyle değil hem de. Ama yeniden açılan Karavan'a bayıldık. Böyle bi rock club tadında. Tavanı ve masaları BEYAZ!!! İnanabiliyo musun lan!!

-Gittiğimiz her yerde AnGaralı olduğumuzu belli etmek zorunda mıyız lan? Her yerde bi Angaralı olduh. Annadamam nasıl bi duygu olduğunu. Mesela konserde Can facebooktan tanıştığı biz kızla konuşuyo. Bizzat şahit oldum geçen diyalog şu:
Kız: Noldu yav niye bu kadar soğuksun?
Can: Ne bileyim lan! Ben daha çıtıpıtı bişey bekliyodum.
Kız: Hö? Haa öyle mi. Özür dilerim o zaman. Hadi görüşürüz...

-İstiklal'de yürüyoruz Can, Aslı, Begüm, ben. Bi tane palyaço geldi. Konuştuk biraz falan. Ayrılırken "Allah'a emanet olun" dedi. İlk başta anlamadık. Begüm'ün olayı çakmasıyla yarıldık. "Allah'a emanet ol" diyen palyaço!! Daha sonra Kadıköy'de Can'la bundan bahsederken "Allah sana emanet olsun" diyen palyaço diyince daha bi yarıldık ki anlatamam. Anlatmayacam o yüzden!

-Bizim evin orda film gibi bi cinayet!! Acı bi frenle duran bi araba. 7 el silah sesi. Sonra bi patinaj sesi. Sonra polis ve ambulans. İstanbul yeminlen film gibi bi şehir.

-Can beyimiz, İstanbul'da kredi kartını kaybetmek gibi bi gaflette bulundu. Zaten 5 parasızız. Bi de kartı kaybetti. Gerçi kaybetmeseydi 15 parasız olacaktık. Zira kartta 10 lira kalmıştı.

-Arkadaş Ptt'ye havale yaptı benim için. Ptt tadilatta. Tren bileti alacak kadar bi para. Ama o kadar hayati bi para ki tren bileti alamayacaz o olmasa. Vermedi ibneler. 3 gün sonra alabildim parayı. 1 gün daha kalma fikri gelmeseydi aklımıza, Ankara'ya dönünce alacaktık. Ptt'ye burdan bi budaklı meşe odunu yolluyorum. Sevgiler Ptt!!!

-Taksim'de 3 zenci bi taksiye bişey sordu. 3 tane dev gibi adam. Sonra anlaşamadılar bu götlerden biri atar yaptı, kapıyı çarptı. Dedik "aha el freni sesi gelecek şimdi". Zira geldi de. Taksici bi hışımla indi "ananızı sikerim huleynn!!" nidalarıyla 3 dev adamı pıstırdı 1.60-1.70 boyuyla. Dedik "kime atar yapıyonuz lan. götünüzden kan alırlar haberiniz yok". Altlarına sıçatılar tabi doğal olarak. Oh olsun!

-Aslı ve Begüm demişken, tanıdığım en kaliteli insanlardan ikisi. Çok yürekten, "İyi ki tanıyorum lan" dediğim nadir insanlardan. Aslı'yla yeni tanıştım ama Begüm'le iyi ki tanışmışım. Şşş Begümcan. Nağer?

-Begüm, Can, ben Küçük Beyoğlu denen yerde oturuyoruz, sitcomlarda gülme efekti veren ablayı gördük. Öyle bi güldü ki çok tanıdık geldi. Dedik bu o! Peki senden nağer aplaaa?

-Gece Osmanbey'e geri dönüyoruz. Bi grup travesti işe çıkmışlar. Bizi gördüler bağırıyolar: Aaaaa kediiiaaaaa!! Maooovvvvv!! Beyleaaarr kedi keselim miieeaaaaa? Biz o sırada yarıl. Yaprak o sırada kork. Biz daha da bi yarıl

-Kadıköy demişken içimdekileri de bi dökeyim. Kadıköy'ü sevip de İstanbul'u sevdiğini zannedenlerin burnuna osurmak istiyorum. Bildiğin Ulus lan orası. Böyle bi leş, böyle bi malak, böyle bi saçma sapan bi yer. Gel Ankara'ya her yer Kadıköy. Ortam direk depresif ergenlerin seveceği türden bi yer. Tiksindim resmen.


-Sonra da ev sahibiyle kavga! Evi kiralarken anlaşmıştık 5 kişiyi geçmeyecez diye. Ama İstanbul burası. 2 sevgili ve 2 sap gidince doğal olarak 6 kişi oluyo ev. Eve yapılan baskında fazladan kişi olduğunu görünce, biraz atarlandı adam bize. E biz de Angaralının gücünü gösterdik tabi ki. İnsafsız herif! Hiç genç olmadın sanki?!

-Vapura bindik Haydarpaşa'ya gidecez Can'la. Fotoğraf çekiyoruz son 3 poz kalmış. Son 2.. Son 1.. Lan bu makara bitmiyo ne bereketliymiş? Ben gerizekalı, makarayı tam oturtama. Çektiğimiz onca foto bok ol. Hay elimin ayarına!!

-Malum 25 Ekim grev günüydü. Biz de 24 Ekim gecesi trene bindik dönüyoruz Ankara'ya. Gece 2 gibi Sakarya'da durdu tren. Neymiş, grev varmışmış. Saat 3 oldu 4 oldu tık yok. Vali mali gelmiş, grev yapıyoruz diyo. Ulan göt!!! O aldığın para neine yetmiyo da grev yapıyosun sen! İt!! Can milleti tek cümleyle gaza getirdi: Niye ateş yakmıyoruz abi? Millet alel acele bi ateş yaktı, ağaçları kırdılar kırdılar yaktılar. Yetmedi trenin yedek parçalarını attılar ateşe. Öyle göte böyle yarak diyerek yaktılar herşeyi. Biz de götüm götüm uzaklaştık tabi ordan. Devlet malı lan bu adamı sikerler! Bekle bekle hala tık yok. Tren hareket ettiğinde sabah 7.15 ti. Ankara gelmemiz de 16.30'u falan buldu

-Bindiğimiz tren de Güney Ekspresi. Diğerlerine bilet kalmamış. Kompartmanda bi tane Bismmm-i teyze, bi tane 25 yaşında hayatı çözdüğünü sanan abi, 3-4 tane de koyun vatandaş vardı. Ulan içimiz bayıldı dönün muhabbetten. Neyse sonra sustular da azcık uyuduk. Ankara Polatlı'ya gelene kadar herşey normaldi. Sonra treni şopar Kürtler bastı. 200 kişi. Bizi kompartmandan kovdular. Biz de koridorda ayakta bekliyoruz. Bunlar sağımıza solumuza konuşlandılar. Dedik W.A.S.P.'a gidip gasp olduk aha! Trenden atacaklar bizi. Sonra bi kompartmanda tek başına uyuyan birinin yanına sığındık. Bi tane de amca varmış, çok da tatlı bişey. Onla muhabbet ede ede döndük. Çok geyikti lan varolsun

Özetlen yine ilginç ama saçma olaylarlan dolu bi İstanbul gezisi oldu bu. Bi sonrakini iplen çekiyorum. Şşş Begümcan. Atla gel lan Angara'ya. Biraz da Angarayı dolaştırayım sana. Hem bak Alper neyim de burda. Merve burda. Herkeşler burda.

Okura not:
"Her yer Bambi'ydi..."